Seyran Park
Refah Partisi
Doğa Veteriner Kliniği
SON DAKİKA
Sami Er
Hakkı Yiğit

Asıl mesele

26 Ocak 2016 - 09:21 Yorum: 11

Bediüzzaman yaşadığı zaman itibariyle en büyük tehlike, düşman olarak (bilhassa ilim ve fen, mimsiz medeniyet, her şeyi akla havale eden inanç ve maneviyattan uzak felsefe… yoluyla gelen) küfrü, inançsızlığı görmüş ve buna karşılık da en önemli vazife ve mesele olarak “imanı koruma ve imanı kurtarmayı” görmüş; bunun için de bütün himmet ve nazarını imanî hakikatleri yazmaya vermiştir.

"Hz. Mevlana, benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nuru yazardı. Ben de Hz. Mevlana zamanında gelseydim, Mesneviyi yazardım, O zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi Risale-i Nur tarzındadır." diyerek de her zamanın ve mekânın kendine has hastalıkları olduğu gibi bu farklı hastalıkların kendine has ilaçları ve dahi hekimlerin de kendine has ilaçları, tedavi metodu olduğuna işaret etmiştir.

Dün en büyük mesele, hastalık “iman” mesele iken bugün bu mesele, hastalık daha da müzminleşmiş, derinleşmiş ve kangren haline gelip bir “insanlık” “şahşiyet” “karekter” meselesine dönüşmüş durumdadır maalesef.

“Şahsiyetten”, “karakterden”, “insanlıktan”  yoksun bir varlığa insan denilemeyeceği gibi ona giydirilen her bir libas (elbise de) Mevlana’nın "Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok” ifadesi ile artık onu insan yapmaz.

Böyle bir varlığa “din, İslam, inanç” libasının giydirilmiş olması bizatihi o libasın sanîîsine, ustasına ve dahi libasın sanat değerine karşı yapılacak en büyük bir zulümdür.

Zira böyle abus bir varlığa iman, din, inanç libasını giydirmek çoğu zaman “afyon” olarak itham edilmesine sebebiyet vermekle birlikte suçluya “yardım ve yataklıkla” yaftalanmasına sebebiyet verir.

Zira toplumun çoğu (hele bilhassa etiket-markanın putlaştırıldığı günümüzde) zarfa bakarlar, mazrufa bakmazlar. Baksalar da gör(e)mezler. Görseler de hakkıyla anla(ya)mazlar.

İlk bakışta vitrindeki libası, elbiseyi görenler içindeki heykelin, iskeletin elbiseyi dolduramadığını hesaba katmazlar. Ya bizzat elbisenin kendisini ya da sanâtkarını beğenmezler. Bütün çirkinlik ve kabahatin, aldatmanın elbiseden değil, içindeki maketten kaynaklandığını göz ardı ederler.

Bu gün içtimai hayatta imanın, islamın, inancın, dinin edebiyatı çok yapılıyor ve dini semboller, dini şiarlar toplum hayatında geçerli bir akçe olarak görülmektedir.

Bir şeyin edebiyatı ne kadar çok yapılırsa o şeyin sıradanlaşması kaçınılmazdır.

Sembollerin, şiarların, şeklin ön planda, vitrinde olduğu bir yerde ise manan ruh birer “Fatiha” okunmaya muhtaç hale gelmiş demektir.

 Manavda, pazarda, “al beni… al beni…” diyen meyvelerin, sebzelerin cazibesine kapılıp mahir bir el tarafından doldurulup eve getirilen “gözün kör müydü de ...” diye başlayıp aile faciasına sebep olan kavgaların yaşandığı hiç de az değildir. Belki de bizzat kendiniz de yaşamışız.

 Bu gün dine ait birçok mesele “farz” olmaktan çıkıp “tarz” a dönüşmediğini kim söyleyebilir ki?

Yine bu gün birçok dini, İslami şiarın “şiar” olmaktan çıkmadığını kim söyleyebilir ki?

“Kol kırılır yen içinde kalır” felsefesinde üstünü örttüğümüz, deve kuşu gibi başımızı kuma soktuğumuz, aynaya bakmaya cesaret edemediğimiz, kendisiyle hesaplaşmaktan korktuğumuz için mezarlıktan geçerken ıslık çalanlar gibi davrandığımız içimizi yakan nice meseleler var…

Yıkık, harabe bir mekânı, boya badana, dekorasyon ile dışa karşı “albenili” hale getirebilirsiniz ancak kendiniz ve ailenizi, sevdikleriniz ile asla güven ve itminan içinde barınamazsınız.

Size güven, huzur, emniyet sağlamayan bir mekân başkasına ne versin ki.

Onun içindir ki, günümüzün meselesi Bediüzzamanın yaşadığı dönemin meselesinden daha vahim bir mesele.

O da “İnsanlık” meselesidir…”

Düşmanda, kâfirde, hatta ve hatta başka bir varlıkta dahi bulununca “sıdk”, “emniyet”, “vefa”, “isâr”, “ahde vefa”, “iffet”, “hayâ”, “hakkaniyet”, “hakperestlik”… gibi kendisiyle değer, şeref, pâye kazanılan insanı insan yapan erdemlerden bihaber müslümana “iman” “İslam” “Kuran” ne yapsın ki?

“Bütün bunlar ‘iman’ ile kazanılır işte” deyip her derde deva olarak aspirin gibi sihirli iksiri sunanlardan ve dahi kabullenenlerden olmadığımı ifade etmek isterim.

 Öyle olsa, zahiren yüzde doksan dokuzu müslüman olunan ve her köşe başını mücahitlerin, dindarların, İslamcıların tuttuğu; zahiren siyasal islamın, İslamcılığın gazasının, fethinin kutlandığı; zahiren belli gün ve gecelerde cemaatin mabetlere sığmadığı, zahiren dini cemaat ve tarikatların altın dönemini yaşadıkları, zahiren dindarların, mücahitlerin yedikleri önlerinde yemedikleri ardında olunduğu, bir eli yağda bir eli balda olunduğu bir diyarda Akdeniz, “Kan Gölü” ne dönüşür mü?

 Aç kurtlar gibi kardeş kardeşini boğazlar mı?

Kardeş kardeşinin mukaddesatına, malına, canına cihat, ganimet, diye kıyar mı, konar mı?

Ferdi ve içtimai hayatın sigortası olan “haya”, “adalet”, “güven” “kul hakkına riayet” Kâf dağının arkasında saklanırken, lûgatlardan silinirken “faiz” “yalan” “zina” “aldatma” “müstehcenlik” “Tv’lerde melanetler”, “pembe diziler”, “oluşturulan sanal algılar” iç dünyamızda, ailemizde, sokağımızda bu kadar baştacı, en geçerli akçe olur muydu?

Kuran ve Kuranın hakikatleri ayrı bir vadide, dünyada; Ona inananlar olarak bizler de ayrı bir vadide olur muyduk?

Kuran “Ey iman edenler! İman ediniz…” diye buyurur.

Bu gün inanan inanmayan, aklı başında olan herkes, “imanın”, “dinin” “inancın” akıl sahibi insanlara mahsus bir vecibe, sorumluluk, emir olduğu bilinci ile kendi nefsinden başlayarak,

“Ey insanlar! “adam” “insan”  olunuz” demek zorundadırlar.

Yoksa kıyameti beklemeye gerek yok…

Kıyamet zaten kopmuş demektir…

YAZARIN DİĞER YAZILARI