Seyran Park
Doğa Veteriner Kliniği
SON DAKİKA
23 Nisan
Ramazan Durmuş

Türk olmayı sindiremeyenlere...

01 Ocak 2013 - 22:50 Yorum: 0

Grantuvalet kahvaltı masasına oturan Turgut Özal’ın ölümündeki aile boyu iddialar da, her evde ve de Başbakan’ın evinde bulunan böcek(!)ler de yapay gündemler...

Türkiye Cumhuriyeti’nde bir Cumhurbaşkanı’nın ölümündeki iddialar...

Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanının ofisinin dinlenmesi...

Eskiden ekran başına çıkarılan komplo teorisyenleri vardı... Şimdi basın toplantıları yapan aile boyu teorisyenler...

Türk milletinin aklı şaştı... Türkiye Cumhurbaşkanlığı makamı, bir eski cumhurbaşkanının ölümündeki şüpheler üzerine yetikli kurumları harekete geçirdi... Gelişmeler, mezardan çıkarılan ceset üzerinden otopsiye kadar götürüldü... Sonra malum basında senaryo haberler... Herkes balıklama atladı zehirlendi iddialarına... Sonra rapor açıklandı, zehirlenmeyi bekleyenler suspus! Rapordan mutlu olmayanlar, en başta da rahmetli Cumhurbaşkanının oğlu anlattı da anlattı... Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kurumunun hazırladığı rapora inanılmıyorsa bunun muhatabı Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerdir. Onlar gerekli cevabı vermek durumundadır. Ancak görüyorum ki onların içinde de bu iddia sahiplerine inananlar bulunmaktadır.

Şimdi gazete ve televizyonlarda nabzı duran bir adamın sürüklenircesine hastaneye taşınması sahnesi var! Fotoğrafın tanıkları gerçeği açıkladı da bu muamma sona erdi şimdilik...

Öte yanda bir böcek meselesi sürüp gidiyor... Başbakan’ın Keçiören’deki evinde bulunan ofisinde çıktığı iddia edilen dinleme cihazı üzerine anlatılanlar bitmek bilmiyor...

Ama yine de siz siz olun, elektrik prizi, oda spreyi, hediye çiçek, mouse, klavye, hoparlör, resim tablosu, kalemlik gibi hediyeleri kabul etmeyin!

Evet, bu yapay gündemlerle de aziz Türk milleti oyalanıp duruyor...

Pes! Pes! Pes!

Kıymetli okurlarım, arşive emanet ettiğim bir yazımda 27 Aralık 1919’un yani Mustafa Kemal’in kendisini emanet ettiği kutlu gelişin yıldönümü üzerine belgelere dayalı bazı aktarmalarım oldu… Şimdi de sizlere Selahaddin Eyyûbî’nin Türk oluşu ve Malazgirt Zaferi’ndeki aynıtılarla ilgili olarak Türk milliyetçiliğinin korkmaz kalemi, rahmetli Necdet Sevinç Bey’in 5-12 Ekim 2004 tarihinde kaleme aldığı yazıdan söz etmek istiyorum.

Malum, devletin tepesindeki yetkililerden bu konuda aykırı açıklamalar geldi... Başbakan, Kürtlere seslenirken bölücü bebek katillerinden şikayetçi olarak “Selahaddin Eyyûbî’nin torunları artık bunlara yeter demeli...” buyurdu. Oysa daha önce Başbakan, “...Şam’da öyle bir türbe vardık ki bizim tarihimizi anlatır. Şam’da Selahaddin Eyyûbî Hazretlerinin türbesi vardır... ...Biz hep birlikte Selahaddin Eyyûbî’nin torunlarıyız” diyordu...

Rahmetle yadettiğim Necdet Sevinç Bey’in de ifade ettiği gibi, Marksistler de bir zamanlar, kendisinin “millîyetçi muhteşem asiler” olarak kabul ettiği Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal gibi halk şairlerini sınıf savaşçısı ilân ederek, komünizme tarihî ve millî boyut kazandırmak istemişlerdi.
Üstad, şöyle diyordu bu konuda:

“...Halbuki bu Celalî ozanların işçi veya köylü diktatörlüğü kurmak gibi bir niyetleri yoktu. Aksine Türk halk edebiyatının bu seçkin ve eylemci simaları, dönme-devşirme enderun iktidarında pekişen Osmanlı egemen sınıfına başkaldıran birer Türk milliyetçisiydiler.
Şimdi aynı çabayı, farklı bir biçimde bölücülerden görüyoruz.
Kürtlere ayrı bir ırk şuuru kazandırarak, Türkiye’nin Güneydoğusunda bir Kürt devleti kurulması fikrini telkin edenler, halkın kendilerine sempati ile yaklaşması için tıpkı komünistler gibi tarihî şahsiyetleri ve tarihî olayları istismar etmeye başladılar.
Hemen hemen bütün açık oturumları Kürtçülere tahsis eden televizyon kanallarında sık sık tekrarlanan iddialar, özellikle Selahattin Eyyûbî ile Malazgirt Savaşı etrafında yoğunlaşmaktadır. Haçlı ordularına karşı verdiği mücadelelerle bütün İslâm Dünyasında sarsılmaz bir şöhrete kavuşan Selahaddin Eyyûbî’nin bir Kürt hükümdarı, Eyyûbî Devleti’nin de bir Kürt devleti olduğunda ısrar ederek, bu büyük İslâm mücâhidine duyulan hayranlıktan yararlanmak isteyen bölücü propaganda, aynı amaçla bir başka yalana başvurmuştur...”

Mekanı cennet olsun, Türk milliyetçiliğinin yılmaz kalemi Necdet Sevinç Bey’in yıllar yıllar önce yazdığı bir yazının yeniden hatırlanmasında fayda görüyorum...

Malum, değerlerimiz bir bir elimizden alınıyor... Ne mutlu Türküm demeyi sindiremeyenlerin oyunlarının biri bitiyor biri başlıyor...

Selahaddin Eyyûbî’nin Türklüğünü inkarıyla ilgili olarak, bunun ötesinde örneğin Malazgirt Zaferi’ye ilgili iddialarla ilgili olarak Necdet Sevinç Bey’in anlattıklarını gözardı etmek mümkün değil...

Şimdi de Malazgirt Savaşı’na katıldığı iddia edilen Kürtler konusunda yazdıklarını paylaşalım:

“...Derhal belirtmek isteriz ki, Kürtlerin Malazgirt Meydan Muharebesi’ne iştirak etmeleri bizi rahatsız etmez. Hattâ Müslüman olmaları sebebiyle, Hristiyanlara karşı savaşmak görevleridir de. Ama 1071’de Bizanslısı, Ermenisi, Latini ve Balkanlardan getirip muhtelif bölgelere iskan edilen Hristiyanlaşmış Türklerle birlikte nüfusu 2-2.5 milyon civarında olan Anadolu’da Kürtlerin 20 bin asker çıkarması esasen mümkün değildir.
Kaldı ki Kürtlerin Anadolu’da eskiden beri kalabalık kitleler halinde yaşadığını şuuraltına yerleştirmek amacını güden bu asılsız iddiayı tevsik edecek bir tek ciddi kayıt da yoktur!
Yani Anadolu, Kürtler sayesinde bir Türk vatanı olmamıştır! Birkaç aşiret hariç, Kürtlerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da nispeten görülmeye başlaması, Otlukbeli Savaşını kaybeden Türkmen Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Beğ’in kendisine bağlı Türk aşiretlerini alıp, İran’a geçmesinden sonradır ki, ona rağmen bu bölgede çoğunluk Türklere ait olmaya devam etmiştir. 1473’deki Otlukbeli Muharebesini takip eden yıllarda kısmen boşalan Doğu ve Güneydoğu yaylalarına Elcezire bölgesindeki Kürtler gelip yerleşmişler ve Türk sultanlarının himayesi altına girmişlerdir. O günden beri de Türk Devleti’nin himayesi altındadır.
Önce Türk tarihinin en büyük imha savaşlarından biri olan Malazgirt Meydan Muharebesiyle ilgili bir temel yanlışa işaret etmek gerekir.
Malazgirt Meydan Muharebesinin, Anadolu’nun kapısını Türklere açtığından bahsedilirse de bu iddia tashihe muhtaçtır. Eğer Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya sahip olmak hakkını elde edebilmiş olsaydık, 1072’de Kayseri, 1073’te Paflagonya, 1074’de Antakya meydan muharebelerini yapmak zorunda kalmazdık. 1048’deki Pasinler Meydan Muharebesi dahil, yukarıda zikrettiğimiz bütün savaşlarda düşman ordusunun imha, düşman başkomutanlarının da esir edilmelerine rağmen, Anadolu topraklarına egemen olamamışızdır.
Hattâ Ermeni Beyliği, Suriye Latin Prensliği ve maalesef Danişmentli Türk Beyliği ile ittifak kuran imparator Manuel Komnenos, 1161’de İkinci Kılıçarslan’dan toprak koparmış, Bizans orduları 1176’da ise Türklüğü “silip süpürmek” kararıyla Miryakefalon’da yeni bir meydan muharebesini göze alabilmiştir.
Anadolu’nun tapusu, Malazgirt’le başlayan süreç içinde, ancak Selçuklulardan sonraki beylikler devrinde Türklerin eline geçmiştir ki bu tapuda Türk ırkının evlatlarından başka, Allah’ın hiçbir kulunun hakkı yoktur!
Fakat bütün bu gerçekler Malazgirt Meydan Muharebesinin öneminin inkâr edildiği anlamına gelmez. Bu savaş, sayıca kat be kat üstün düşman kuvvetlerinin imha edilmesi bakımından Türk Ordusunun, Bizans saflarında bulunan Hıristiyan Türklerin, Müslüman kardeşlerinin tarafına geçmesi bakımından da Türk Millî şuurunun en büyük zaferlerinden biridir.”

Koca bir yılı geride bırakırken 2013’e merhaba diyoruz.

Takvim yapraklarının birer birer koparılıp ömürden bir 365 günün daha geride kaldığını görünce hayıflanıyorsunuz değil mi? Oysa bakın, bu hayıflanmayı unutup yeni yılın ilk gecesine mutlu girmek için hazırlıklarınız da son gaz!

2012, ne yazık ki şehitlerimizin çok olduğu bir yıl olarak anılacak... İhanet çeteleri kol gezmeye devam ediyor. Bebek katillerinin sözcüleri ayrı devletten bile söz ederken gelecek için karamsar olmamak elde değil...

Bakınız; son takvim yaprağını koparacağımız bu yılda 31 polisimiz, 132 askerimiz ve 16 köy korucumuzu şehit verdik. Al kanlarıyla bu toprakları bizlere vatan yapanları saygı, minnet ve şükranla bir kere daha yadediyorum.

Türk milliyetçiliğinin büyük kalemi, cennetmekan Necdet Sevinç Bey’in Malazgirt ve Selahaddin Eyyûbî gerçeğini anlattığı yazısıyla sizleri baş başa bırakıyorum. Çünkü, aziz Türk milleti için gün vur patlasın çal oynasın mantığı değil, geçmişimizi iyi öğrenip geleceğe ışık tutacağı dönemlerdeyiz.

Kürtlerin Malazgirt Meydan Muharebesi’ne 20 bin kişiyle katıldıkları yolundaki safsatayı ısıtıp ısıtıp önümüze koyanların arzusu şüphesiz, Güneydoğumuzu koparmak isteyenlerin iddiası! Bu iddia, Kürtlerin Anadolu’muzda eskiden beri kalabalık bir nüfus teşkil ettikleri fikrini canlı tutmak hedefinden başka bir şey değil.

Necdet Sevinç Bey, bakın araştırdığı kaynaklarda bu konuda ne bilgiler veriyor:

“...Malazgirt Meydan Muharebesini konu alan hiçbir İslâm müverrihinin eseri günümüze kadar intikal etmemiştir. Ancak çağdaş kaynaklardan alınan bilgileri ihtiva eden bazı eserler elimizdedir. Bu eserler dikkatle incelendiğinde, müverrihlerin çoğunun şifahi iddiaları, hiçbir muhakemeye tâbi tutmadan birbirlerinden kopya ettikleri anlaşılacaktır.
Mesela Tarih-i Meyyafârikin ve Amid yazarı İbn’ı Ezrak, Türk Ordusunun mevcudunu “Sultanın az bir askeri vardı” ifadesiyle izah ederken, Ahbarü Devleti Selçukiyye’de bu sayı 15 bin olarak verilir. İbnü’l Cevzi, Türk Ordusunun 20 bin kişiye yakın olduğunu belirtirken, Bundari, İbnü-l Adim ve Reşüdü’d-Din’de 15 bin rakamı tekrar edilir.
Türk Ordusunun sayısı Kerimüddin Mahmut’la Hamdullah Müstevfi’ye göre 15 bindir. Mirhond rakam vermez, sadece Türk Ordusunun azlığından bahseder ki bu rakamların hiçbiri doğru değildir.”

Necdet Sevinç Bey, Kürtlerin 20 bin kişiyle Malazgirt Meydan Muharebesine katıldığını iddia etmenin “Bir tek Türk yoktu” anlamı taşıdığına dikkat çekerken daha sonra şu bilgileri aktarıyor:

“...Malazgirt Meydan Muharebesiyle ilgili şifahî bilgilerin rivayet edildiği, bahsettiğimiz eserler, hiçbir bilim adamı tarafından ciddiye alınmamıştır. Çünkü verilen bilgiler hem çelişkilidir, hem mübalağalı, hem de yanlış.
Meselâ sahasındaki ilk müverrihlerden biri olan İbnü-l Kalanisî, bize savaşın hangi ayda vuku bulduğunu dahi bildirmez. İbnül’l Ezrak da savaşın cereyan ettiği ayı meskut geçer. Bizans İmparatorunun esir alındığını dahi bildirmez. Hattâ Ahlat ve Malazgird’in bu savaş sonunda Mervan oğullarının elinden çıktığını zanneder. Bundari’nin Zübdetü’n-nusra ve Nuhbetü’l-usra adlı kitabı, İsfahanlı İmadeddin’in eserlerinin süslü ve mübalağalı cümlelerle tekrarından ibarettir.
İmadeddin ise esir düşen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in önce Azerbaycan’a götürülüp oradan Bizans’a dönmesine izin verildiğini söyler ki bu ifadenin doğruluğuna inanmak güçtür. Mirhond daha da ileri gider. Diogenes’in esir alınmasından sonra “düşmanlığın dostluğa, sevginin dünürlüğe müncer olduğunu ve imparatorun kızının, Alparslan’ın oğlu Melik Arslan’la evlendirildiğini” yazar.
Malazgirt savaşından bahseden bir Norman şairi de Sultan ile imparator arasında böyle bir dünürlükten bahseder. Yalnız, Norman şairi, Mirhond’un aksine “Alparslan’ın, kızını Romanos Diogenes’in oğluna vermeyi vaat ettiğini” söyler. Tabiî ki bu dünürlük hikâyesinin ciddiyetle de, gerçekle de hiçbir ilgisi yoktur.
İbnü’l Esir ise Alparslan’ın Bizans İmparatoru ile 50 yıllık bir barış yaptığını yazar ki hiçbir eserde böyle bir kayda rast gelinmez. Nitekim Malazgirt Savaşı’nın hemen akabinde Türk-Bizans muharebeleri devam etmiştir. Reşidüddin, Camiu’t Tevarih’in Selçuklularla ilgili bölümünde, Malazgirt Meydan Muharebesi’nin 463 Rebiülevvel ayında yapıldığını yazar ki bu takdirde savaşın Aralık 1070 veya Ocak 1071’de cereyan etmiş olması gerekir.”
Şimdi bu bilgiler ne kadar doğruysa Kürtlerin Malazgirt’te 20 bin kişiyle iştirak ettikleri palavrası da o kadar doğrudur değil mi?

Malazgirt ve Selahaddin Eyyûbî konusunda gerçeklere devam edelim. Kimse yazılanlar için tekrar demesin lutfen... Bu bilgilerin arşivlenip saklanması günlere doğru gidiyoruz...

Malum Türk adının silinmesi adına yapılmayan kalmadı, yapılmaya da devam ediliyor.

Necdet Sevinç Bey, Malazgirt ile ilgili Kürt iddialarını ortaya atan kaynaklar konusunda da bilgi veriyor.
Malazgirt Zaferinin muhtelif Ortadoğu kavimlerine mal etmeye çalışan tespit edebildiği iki kaynak olduğuna dikkat çeken Necdet Sevinç Bey, şunları ifade ediyor:

“...Malazgirt Zaferinden muhtelif Ortadoğu kavimlerine hisse vermek isteyen, bizim tesbit edebildiğimiz ilk kaynak İbnü’l Kalanisî’dir. Kalanisî’nin Zeylü Tarihî Dırnaşk adlı eserini ve diğerlerini inceleyeceğiz.”

1160 yılında, doğduğu şehir olan Şam’da ölen bu müverrih, Suriye’deki Türk beyleri ve onların haçlılarla mücadeleleri hakkında değerli bir eser bırakmakla beraber, Malazgirt Savaşı konusunda uydurma rivayetleri nakletmiştir. Zaten bu büyük zafere bir sayfacık ayırması da konuyu bilmediğini göstermektedir.
Önce de bahsettiğimiz gibi Kalanisî, savaşın hangi ayda yapıldığını dahi bilmez. Ama Zeylü Tarihî Dımaşk’ta, Türk Ordusunun “Türklerden ve diğer kavimlerden olmak üzere takriben 400 bin kişiden meydan geldiğini” yazmaktan çekinmez.
1257’de öldüğünü bildiğimiz vakanüvis Sıbt İbnü’l Cevzi, Mir’at’-Zeman fi Tarihî’l Ayan adlı eserinde “onbin Kürdün sultana katıldığı” yazar. Aynı müellife göre Alparslan Gazi’nin askeri sadece 4 binden ibarettir! Bizans ordusu 100 bin kişidir. Cevzi, bu 100 bin askere 100 bin nakkab (delici), 100 bin carhi, (yaralayan) ve 100 bin ustayı da refakat ettirir. Bu mübalağa ile yetinmez. 800 mandanın çektiği 400 arabaya nal ve çivi yükler. Silah nakliyatı için de ayrıca bin araba tahsis eder. Bizans ordusunun bir tek mancınığını 1.200 kişiye çektirdiler. Ve sanki savaş şartlarında yüklenmesi mümkünmüş veya sanki pratikmiş gibi bir tek mancınığın 1200 kilo taş fırlattığını hikâye eder.
1335’te öldüğü tahmin edilen İbn’d - Devari, Kenzü’d-dürer ve Cemiü’l gurer de aynı mübalağalı ifadeleri benimser. Cevzi’nin verdiği rakamlara 100 bin okçu, 100 bin kat ipekli elbise ilâve eder ve o da Türk Ordusunun mevcudunu 4 bin kişiden ibaret gösterip, Kürtlerden ve sair kavimlerden 10 bin kişinin Sultan’ın komutasında savaşa katıldığını belirtir.”
Necdet Sevinç Bey, burada önemli gördüğüm şu tespitler konusunda bizleri uyarıyor:

“...Biz hiçbir tarih kitabında, bir orduya mevcudunun iki buçuk misli insanın katıldığını okumadık. Değil Alparslan Gazi gibi bir harp dehasının, sıradan bir komutanın bile, savaş kabiliyeti meçhul, askeri disiplin altında yetişmiş, belki de ilk darbede firara yeltenecek, Türk savaş taktiğinden habersiz, mukavemeti ve vuruşma gücü üstlerince bilinmeyen bir kalabalığı ordusuna kabul edebileceğine inanmıyoruz.
Kaldı ki birkaç günden beri fahiş hataları, akıl almaz çelişkilerini ve hattâ cehaletlerini tekrarlamak ihtiyacını duyduğumuz bu müverrih veya vakanüvislerin hiç biri bilim adamlarınca ciddiye alınmamıştır. Ona rağmen, bu mübalağalı ve asla ilmî kıymet ifade etmeyen kitaplarda bile 20 bin Kürtten bahis yoktur!”

Kim ne dese desin, Malazgirt, 50 bin Türk evladının 200 bin kişilik Bizans ordusunu yok ettiği şanlı bir Türk zaferinin adı olarak tarihte kayıtlara geçti.

Burada Necdet Sevinç Bey’in bir millet yaratmak gayretiyle yazıldığını ifade ettiği Kürt tarihi Şerefname’de Malazgirt Savaşına bir tek Kürdün bile katıldığından bahsedilmediği konusunda uyarısı dikkat çekici...
Necdet Sevinç Bey, bu konuda şunları yazıyor:

“...Kudüs’ün Selahaddin Eyyûbi tarafından fethinin 808. yılına ithaf olunur. Kürt tarihî olarak da kabul edilen ve 1597 yılında tamamlanan Şerefname, Selahaddin Eyyûbi’nin Kürt olduğuna dair iddiayı “tarih bilginlerinin ve araştırmacıların rivayetlerine” bağlar. Fakat bu bilginlerin ve araştırmacıların isimlerini zikretmez Ama bugüne kadar güvenilir hiçbir İslâm tarihçisi veya bilim adamı Şeref Han’ı teyit etmemiştir.
Şeref Han’ın umut ettiği destek, asırlar sonra ilmî gerçekleri mensup oldukları devletin siyasi emellerine alet etmek isteyen iki Batılıdan gelir: Grousset, 1192-1193 yıllarında, Şam yöresindeki iç karışıklıkları, Cahen ise 1187’de el-Cezire Türkmenleriyle kürtler arasında ortak kavgalarını etnik uyuşmazlık olarak nitelerler. Oysa bu türlü ihtilaflar, aynı aşiretin muhtelif oymakları arasında bile tarih boyunca süre gelmiştir.

Bazı İslâm kaynakları Selahaddin Eyyûbi’yi 758 yılında Basra’dan Azerbaycan’a sürgün edilen, nakledilen veya göçen Yemen Araplarından Ravvad b.El-ezdi’nin soy kütüğüne kaydederler. Rivayete göre bu aile Azerbaycan’da Hezbaniyye kürtleriyle karışmış, daha sonra da Kuzey Irak’a dönerek Selçukluların ve Zengi’lerin hizmetine girmiştir. Arap tarihçilerinin mümtaz şahsiyetlere, özellikle hükümdarlara, ırkçı düşüncelerle veya onları kutsamak için şecere uydurmak, hattâ seyit ilân etmek gibi kötü bir gelenekleri olduğu için, bilim damları bu Yemen’den Basra’ya, Basra’dan Azerbaycan’a göç hikâyesine itimat etmezler. Edilecek gibi de değildir. Çünkü bugünün şartlarında bile sıradan bir ailenin 3-500 senelik tarihini takip etmek de bu ailenin sicilini tespit etmek de imkân dışıdır.
Şeref Han, yukarıda naklettiğimiz rivayetteki Ravvad Araplarını, Ravende Kürtleri olarak değiştirmiştir ki, Selahaddin Eyyûbi’nin kürt sanılması işte bu tahrifattan dolayıdır!
Oysa aynı Şerefname’de Selahaddin Eyyûbi’nin kardeşleri şöyle sıralanır: Mahammet Ebu Bekir, Şemsüddevle Turan Şah, Seyfilislam Tuğtekin, Şehinşah, Tacilmülük Buri.
Görüldüğü gibi Selahaddin Eyyûbi’nin Kürt olduğunu iddia eden Kürt tarih yazarı Şeref Han bile, onun kardeşlerinden ikisinin Turan Şah, ve Tuğtekin gibi Türk has isimleri taşıdığını ifade etmekten kaçamamıştır. Kaldı ki Şeref Han’ın Buri imasıyla yazdığı en küçük kardeş, bütün kaynaklarda Böri veya Börü şeklinde kaydedilmiştir. Bilindiği gibi Börü ismi de Türk has isimidir ve kurt demektir!
Selçukluların ve Zengi’lerin hizmetinde büyük emirler olarak çalışan Selahaddin Eyyûbi’nin babası Necmettin Eyyûb Azerbaycan’daki kesif Türkmen boyları arasında yerleşmiştir ve Türk’tür. Çünkü Selahaddin’in bir Türk oyunu olan ve o tarihlerde Irak tarafından bilinmeyen poloda mahir olduğu kesinlikle bilinmektedir. Bu büyük Türk hükümdarının annesi, Şihabeddin Tokuş’un kardeşidir. Kız kardeşi Rabia Hatun’u da önce Gökbürü ile evlendirmiştir ki, ikisi de Türk’tür. Ağabeyi Şehinşah ise Kutlukız Hatun adında bir Türk kızıyla evlenmiştir.
Selahaddin Eyyûbi’nin bizzat kendisi de evlenmek için bir Türk kızını tercih etmiştir: Amine Hatun b. Üner!
Selahaddin Eyyûb’inin Kürt hükümdarı olduğu yolundaki iddialara cevap vermiştik. Şimdi de Eyyûbi Devleti’nin Türk Devleti olduğunu ispat edeceğiz.
İstiklâl Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un “Şarkın sevgili sultanı” Fransız tarihçisi Champdor’un “İslâm’ın en saf kahramanı” olarak tanımladığı Selahaddin Eyyûbi, aslında yeni bir devlet kurmamıştır. Onun cihangirane bir siyasetle yönettiği devlet,Zengiler Devleti’nin devamından ibarettir. Memlûkler de Eyyûbilerin uzantısıdır.
Çünkü, devlet teşkilatı değişmemiştir. Millet değişmemiştir. Devletin maddî, manevî, istinatları değişmemiştir. Değişen sadece hanedanlardır. Her üç devletin de bayrağı sarı zemin üzerine doru kartaldır. Her üç devlette de siyasî ve askeri kadrolar aynı unsurlardan meydana gelmektedir. Selahaddin Eyyûbi ile ilgili değerli bir eser yayınlayan sayın Ramazan Şeşen’in de belirttiği gibi, devlet ve ordu teşkilatı Türk devletlerinde görülen devlet ve ordu teşkilatlarının aynıdır.
Bugün bölücülüğün malzemesi olarak kullanılmak istenen Eyyûbi Devleti, Selahaddin’in çağdaşları tarafından da Türk Devleti olarak kabul edilmiştir.Arap şairi Sena İbn el-Mülk’ün Halep’in zaptı vesilesiyle Selahaddin’e sunduğu kaside“Arap milleti Türklerin devletiyle yükseldi, Ahl-i salibin davası Eyub oğlu tarafından perişan edildi” mısralarıyla başlar.
Ünlü İbn-i Haldun da Mukaddeme de Eyyûbiler ve Memlûklar devletinin bir tek Türk Devleti olduğunu yazar.
Eyyûbiler Devleti’nde Arap kültürünün egemen oluşu bizi şaşırtmamalıdır. Gazneliler ve Selçuklular nasıl Fars kültürünün ön plana çıkarmışlarsa, Zengiler, Eyyûbiler ve Memlûklar da aynı şekilde ve tıpkı Roma İmparatorluğu’na Yunan kültürünün hakim olduğu gibi, Eyyûbiler de Arap kültürünü Türk Kültürüne tercih etmişlerdir.
Fakat Selahaddin Eyyûbi’nin zaferden zafere koşturduğu ordunun kahir bir ekseriyetini Türkler teşkil eder.
Selahaddin Eyyûbi’nin çağdaşı olan tarihçiler, Mısır, Yemen, Kuzey Afrika gibi merkeze uzak kıtaların ele geçirilmesini Oğuz harekâtı olarak görürler.
Sonuç olarak şunu ifade etmek isteriz ki, İslâm’ın bu efsanevi kılıcı, kültür itibariyle olduğu kadar, soy itibariyle de Türk’tür. Devleti de Türk Devleti’dir.
Bir süre önce Selahaddin Eyyûbi’nin Türk ırkının bir evladı olduğunu yazmış, Kürt tarihi müellifi Şeref Han’ın bile, bu ünlü hükümdarın kardeşlerinden ikisinin Turanşah ve Tuğtekin gibi Türk has isimleri taşıdığını ifade etmekten kaçınamadığını belirtmiştim. Şerefname’de bahsedilen üçüncü kardeşin adı Tacülmülük Buri yani Börü’dür. Börü ise hemen hemen bütün Türk destanlarına konu olan kurt demektir.
Bugün kürtçülerin çok istismar ettiği Selahaddin Eyyûbi’nin Türklüğüne dair bir başka belge sunmak istiyorum.
Önümde Selahaddin Eyyûbi’nin danışmanlarından Usame İbn Münkız’ın Kitab el İ’tibar adını verdiği hatıralar var. Eser Türkçe’ye Yusuf Ziya Cömert tarafından “İbretler Kitabı” ismiyle tercüme edilmiş. Ses Yayınları tarafından 1992 yılında İstanbul’da basılmış. Kitabın Arapça baskısını temin edemediğinden bahseden mütercim, eserin Philip K. Hitti’nin İngilizce çevirinden Türkçe’ye aktarıldığını belirtiyor ve herhangi bir şüpheye meydan vermemek için de ilâve ediyor: “Arap asıllı bir müsteşrik olan Philip Hitti’nin bu eseri ingilizceye aktaracak ehliyette olduğu düşüncesi bizi nispeten rahatlatan bir keyfiyettir.”
Kısaca İbn Münkız olarak bilinen yazarın asıl adı Müeyyed el-Devlet Ebul Haris Üsame İbn Münkız Malazgirt Savaşı’ndan 24 yıl sonra, haçlıların Kudüs’ü işgalinden 4 yıl sonra Hama civarındaki Şayzer’de doğmuş. Şair, edip ve tarihçi olan Üsame ibn Münkız, 93 yıl ömründe 20’den fazla eser vermiş. Edebi eserlerinin başında beş kısımdan oluşan iki ciltlik Divan El-Şir’i geliyor. Edebi sanatlar hakkında El-Bedi fi Nakd El Şi’r’ adlı eseri, Hazreti Musa’nın asasından başlayarak büyük şahsiyetlerin asalarından hareketle kaleme aldığı Kitab-ul Asa’sı, Hasankeyf’te yazdığı söylenen El-Menazil Ve’d Diyar’ı ve Lübebu’l adab’ı önemli eserlerinden. Ayrıca 20 ciltlik Mekarimül Ahlâk adlı eseri var. Bedir ashabının hayatlarını konu alan 5 ciltlik Taril el-Bedr ile Fezail-i Hulefa-i Raşidin ve Tarih el İslâm bilinen diğer eserleri.
Selahaddin Eyyûbi ile birlikte birçok savaşlara da katılan Üsame İbn Münkız Kitab El-İtibar’ın 201. sayfasında diyor ki:
“Bu arada, Selahaddin, buradaki durumumuzu bildirmek üzere Atabek’e bir atlı gönderdi. Sonra, hızla bize doğru ilerleyen on kadar atlı gördük. Arkalarındaki ordu da sürekli hareket halindeydi. Geldiklerinde, Atabek’in komutasındaki öncüler olduğunu anladık. Ordu da aralarından gelecekti. Atabek, ‘Ey Musa, mahvolmak için mi otuz atlıyla Şam kapısına kadar geldin! Ne acelen vardı!’ diye Selahaddin’i eleştirdi. Karşılıklı atıştılar. İkisi de Türkçe konuşuyordu. Bu yüzden söylediklerini anlayamadım.”
Farsça’nın siyaset, Arapça’nın bilim, eğitim ve din alanında tartışılmaz bir üstünlük kurduğu ve Türk Dili’ni öğreten bir tek kurumun dahi bulunmadığı böyle bir devirde Selahaddin Eyyûbi’nin Türkçe konuşması, onun öz be öz Türk olduğunu gösteren en büyük delildir.”

Türk soyundan olanları inkar edenlere bu yazıyı ithaf ediyor, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü ile yazımıza nokta koyuyorum:

“- Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin istikbaline, kendi benliğine, millî an’anelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.”

YAZARIN DİĞER YAZILARI