Seyran Park
Refah Partisi
Doğa Veteriner Kliniği
SON DAKİKA
Sami Er
Hakkı Yiğit

Kozmik Odaya Yolculuk

04 Ocak 2010 - 12:47 Yorum: 2

AKÇED tarafından düzenlenen “Kuran"ı Anlamak” konulu konferansta konuşmacı Doç Dr. Zülfikâr Durmuş"un “faiz ve kredi” konuları hakkındaki sözleri beni yıllar öncesine alıp götürdü.
90"lı yılların başı…
Ortaokul, lise yıllarımız idi…
Bilgi sahibi olmazsak da, birçok konuda fikir sahibi idik…
Fikir sahibi olduğu konulardan biri de, günümüzde Kuranın bazı ayetlerinin açıklanılmaması idi…
Açıklanmayan, anlatılmayan bu ayetlerden biri de faiz ile ilgili ayetler olduğundan hem fikir idik…
Hocalarımız namaz, oruç, hac… gibi konularda bülbül gibi şakırlarken, söz konusu faiz oldu mu neden dut yemiş bülbüle dönüyorlardı acaba?
Bizce cevabı hazırdı…
Çünkü sistem, devlet müsaade etmiyor da ondan…
Hem maaşını devletten, bankadan alanlar nasıl faizden bahsedebilirler ki…
Zaten aldıkları maaş faiz değil miydi?
Halbûki bankanın önünde geçerken çirkeften geçer gibi geçmeli…
Adımlar hızlı atılmalı, dönüp o tarafa bile bakılmamalı idi…
İşte böyle bir inanç, böyle iman, böyle fikir sahibi dik…
Konu ile ilgili detaylı bilgi sahibi olmazsak da, elhamdülillah imanımız vardı ve biz bir fikir sahibi idik…
Derken yıllar su gibi akıp geçti…
Köprünün altında çok sular aktı…
Kimimiz hoca, kimimiz öğretmen, kimimiz avukat, kimimiz polis, kimimiz müteahhit olduk…
Halbuki o zamanlar en helal kazanç ziraatla uğraşmak yahut alın teri olduğundan hamallık, çobanlık gibi meslekler olduğuna inanır ve peygamber mesleği olarak algılardık…
Şimdilerde bağına bahçesine dönmüş helalinden ailesine bir lokma kazanmak için çalışanları “kafaları basmamakla” itham eder olduk…
Nerden nereye…
İnsanoğlu ne de çabuk değişiveriyormuş meğer…
“İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız” sözü hakikati ne güzel de resmediyor…
* * *
Geçenlerde bir hacı amcanın yanıca varmıştım…
Bana, “hocam ne olacak bu halimiz?
Çalışıyoruz…
İyi de kazanıyoruz…
Ama yine de iki yakamız bir araya gelmiyor…
Bereketi kalmadı paranın…
Bari huzurumuz olsa?
O da yok…
Neden böyle oluyor?” diye dert yanıyor…
Susuyorum…
Kelin ilacı olsa başına sürermiş…
Ortaokul, lise yıllarındaki günler gibi kendimce “cevabım da hazır değil şimdi”
Hayat insanı pişiriyor...
Fikir sahibi olmanın o kadar da kolay olmadığını anlıyor insan…
Mektep görmemiş olan babamın:
“Oğlum bir mideye, bir eve haram lokma girmişse, o kişi iflah olmaz,
O evde bereket kalmaz…
Hele hele yetimin ve devletin malı girmişse…
Aman aman bu iki şeye dikkat edin…
Dünyanızı da ahiretinizi berbat etmeyin…” sözleri kılağımda çınlar…
Sonra konuşuyoruz piyasanın durumunu, esnafın halini, bankalar, krediler…
Bir ara soruyorum hacıma…
Bir araya geldiğin, sohbet ettiğin, ilham-feyz aldığın arkadaşlar, dostlar, büyükler var mı?
Olduğunu söyler ve zaten o gibi hocalarımız, dostlarımız da olmazsa büsbütün hayatın çekilmez olduğunu söyler ardından da “Allah sizin, onların zevalini vermesin” diye de dua eder…
Duasına “amin” diyorum…
Eee; ne de olsa bize de bir pay düşüyor…
Menfaat dünyası işte…
“Peki, bu dostlar, hocalar şu ana kadar kaç kez seni faiz-kredi, haram kazanç konusunda bilgilendirdiler, uyardılar, gerektiğinde kızdılar…” diye soruyorum.
Durup düşünüyor…
“Kızma vs. olmaz da, ama ne zaman bu konu üzerinde durduklarını hatırlayamıyorum…”
“Niye kızmasınlar efendim…
Değil mi hocalar, dostlar, kardeşler…
Boynunda seni ısıracak olan akrebi onlar da haberdar etmezse kim haberdar edecek…
Velev ki sizleri korkutma, üzme, kırma pahasına da olsalar…
Dost acı söylermiş…
Ve hayat da, her şeyden değerli değil mi?” dediğim de;
“Tabi öyle de… Herkesin hesap kitabı ayrı… Kimse kimsenin kasasına kesesine karış(a)maz tabii…” diyor amcamız…
Devam ediyor konuşmalarımız…
Bir havuza akan kanalda şayet kir, kan, aksa o havuzun içinin temiz kalması düşünülebilir mi?
“Hayır tabiî ki…”
Peki, o havuzu temizlemekle görevli kişi önce ne yapmalı?
Kan, kir akan kanalı mı kurutmalı yoksa havuzdaki pis suyu mu akıtmalı?
Tabiî ki aklın yolu birdir elbet…
Önce necisi, pisliği kurutmalı sonra temizliğe başlamalı…” diyor...
“Aynen öyle hacım…
İnsan gönlü, dünyası da bir mini havuz…
Allah dostlarının ifadesiyle Cenab-ı Hakkın tecelli ettiği, konakladığı bir oda, ev, misafirhane…
Haram helal demeden keseyi doldurma adına faiz, kredi, haksız kazanç, yalan yere yemin… vs. yollar ile bizim gönül, fikir, kalp, vicdan, zihin… dünyamız kirleniyor…
O kadar kirleniyor ki zorlana zorlana verdiğimiz zekât…
Cuma çıkışı verdiğimiz birkaç kuruş sadaka…
Devede kulak misali verdiğimiz birkaç burs…
Faizden, kredilerden, haram yollarla kazandığımız paradan, psikolojik olarak kendimizi tatmin etme adına, hayır kurumlarına verdiğimiz birkaç kuruş…
Desinler diye anamızın babamızın adına devlete vermemiz gereken vergiden düşürerek yaptığımız okul, yurt…
Hem bize hem de hayır yaptığımız o kurumlara, kişilere, evlere, öğrencilere bereket hayır getirmiyor maalesef…
Getirmediği ortada…
Zekât ve sadaka ile okuyan öğrencilerin, evlerimizin, çocuklarımızın, ibadetimizin, mabetlerimizin, sokaklarımızın, iç dünyamızın hali ortada…
Dün “sistem, devlet faizi anlatmasını engelliyor…
Devletten maaş alan hocaların maaşına faiz bulaşıyor yahu! Onların arkasından namaz kılınmaz” diyen bizler,
Bu gün faizi anlat(a)maz olduk… Faizin, kredilerin hükmünün bize anlatılmasına tahammül edemez olduk maalesef…
Bankaların önünde geçerken “adımlarımızı hızlandırmamız lazım” diyen bizler, şimdilerde oraları “kendimize mesken eder” olduk maalesef…
Hayırda yarışan “mücahitler” müteahhitleşme” de yarışır oldular…
Olup bitenler karşısında meşhur Cibril hadisinde kıyametin ne zaman kopacağına dair geçen “annelerin kendilerine cariye muamelesi yapacak çocuklar doğurması; yalın ayak başı kabak, çıplak koyun çobanlarının yüksek ve mükemmel binalarda birbiriyle yarışmalarıdır” mübarek sözler ne de güzel ahvalimizi tasvir ediyor…
“Zaruri ihtiyaç halinde kredi almak caizdir” diye bir fetva tutturmuş gidiyoruz…
Her yıl arabanın modelini yükselt, evini değiştir, ikinci üçüncü ev, arsa, villa zaruriyet oldu…
“Başkası ne der” “onun ki var da neden benim ki yok” felsefesince başkasına göre davrandığımız müddetçe zaruri ihtiyaçlarımız mı biter yahu!…
Günah keçisi olarak da ülkemizde en mümtaz, güvenilir fıkıhçılardan Hayrettin Karaman Hoca, Fethullah Gülen hoca efendi gibilerini seçer olduk…
Yazıktır, günahtır…
Bari bu gibi zevatı kendimize alet etmeyelim…
* * *
Piyasa da makbul kabul edilmeyen biri bir gün,
“Bizler yapınca haram, günah, tefeci, faizci oluyoruz ama, bazıları yapınca caiz oluyor ne hikmetse…
Bizim adımız çıkmış işte…
Suyu üfleyerek içen bazılarının yaptıklarını bir anlatsam, inanın dine, gerçek dindarlara düşman kesilirsiniz…” der.
Maalesef mütedeyyin geçinen bizler aynaya bakmaktan korkuyoruz…
Bakmak istemiyoruz…
Herkes ve her şeyle ilgilenen ve her şeyden haberdar olan bizler kendimizle ilgilenmiyoruz…
Vicdanımızla yüzleşmeye cesaret edemiyoruz…
Değil boynumuzda akrep olduğunu söyleyenlere; ima edenlere dahi çoğu zaman düşman kesiliyoruz…
Ve yüzümüze nefsimizin kaldıramadığı şeyler söyleyenleri “adap”, “edeb”, “üslup” “metod” “haddini bilmezlikle” yaftalıyoruz…
Toplumda belli bir saygınlığı, itibari, asaleti, kredisi olanlara böyle mi söylenir? diye kralın çıplak olduğunu haykıranları kınamaya kalkışıyoruz çoğu zaman…
İtibar, saygınlık, kredi, asalet… vs. meziyetleri ise “para” “sermaye”lerine göre biçer olduk…
Fetvalarımız dahi, madde, itibar, şöhret, makam eksenli oldu…
Ve bunu da “en hayırlı insanın takvaca en üstün olanın olduğu, saygıya en çok layık olanların Allahtan en çok korkanların olduğunu; malın, mülkün dünyanın bir süsü eğlencesi, pisliği olduğunu, İslam kapitalist bir dünyaya karşı olduğunu söylerken” yapıyoruz…
Günü kurtarma adına, gemimizi yüzdürme adına “ne şeytan göreyim ne de besmele, salavat çekeyim” deyip çalıyı dolamakla sözde irşat ve tebliğ yapmaya devam ediyoruz…
Bakalım nereye kadar bu “kör ebe oyunu” devam edecek…
Nereye kadar daha gemimizi yüzdüreceğiz…
Günümüzde çokça dillendirilen “Hak”, “hukuk”, “şeffaflık” “demokrasi”…gibi sihirli ve cezp edici kelime ve kavramlar “kendisine”, “rabbisine”, “vicdanına” karşı şeffaf olmayan, kendisiyle yüzleşmeyen bizlere, dünyamıza ne kazandıracak?
Doğrusu merak ediyorum…
Kendisimizle yüzleşme adına aynaya bakmaya cesaret edemezken, başkasına ayna tutup onları “tu kaka” etmek, onları “yadırgamaya” hakkımız var mı ki?
Bu gün “din için değil”, “bizim için” en büyük tehlike “inandığımız gibi bir yaşamaya “sırtımızı çevirip” bir zamanlar tu kaka ettiğimiz bir hayat felsefesini yaşamada yarışıp, “yaşadığımız gibi inanmaya başlamamızdır.”
Bence bu mesele kozmik odaya girilmekten daha çok önem arz ediyor bu günlerde…
Bizim kurtuluşumuz o kozmik odaya girip içinde kendi elimizle besleyip, büyüttüğümüz ve taptığımız BEN"le yüzleşmemiz ile olacaktır.
İlk insan ve İlk Peygamber Hz Adem"den günümüze kadar gelmiş tüm peygamberlerin, nebilerin, evliyaların, filozofların, düşünürlerin öncelikleri hep bu kozmik oda olmuştur…
Mevlana, Yunus, Gazali, Hacı Bektaşi Veli, Bediüzzaman, Esat Çosan Hoca efendi, Fethullah Gülen Hoca Efendi… daha nicelerinin de en önemli meselesi ve öncelikleri hep bu oda olmuştur…
Bakmayınız siz bu günlerdeki “kozmik oda” haberlerine…
Bunlar Eflatun"un ifade ettiği mağarada dışarıya yansıyan gölgelerden ibarettir sadece…
İkinci cihan harbinde bir kez dahi olsa haberlere kulak vermeyen Bediüzzamanın penceresinde bakılacak olunursa sadece “gündem sapmasıdır”
“Kişinin kendisini aldatmasından” ibarettir…
Kendi “kozmik odasına” yolculuk etmeyen bizleri kozmik odalara yapılan/yapılacak operasyonlar, (bizleri, çocuklarımızı, ailemizi kurtaramayacağı gibi bizlere huzur da getir(e)meyecektir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI